Bir yanda şartlar ne olursa olsun futbol sahnesinin zirvesinde kalmayı başaran Chelsea, diğer yanda inşa ettiği her şeyi kül eden hedefsizliğiyle Arsenal… Ada Vapuru, ikinci bölümünde Londra’nın zıt kutuplarını konuk ediyor.
Mavi mi, kırmızı mı? Bu soru, kendi bağlamı dışında geçtiğimiz hafta sonu sorulsaydı, Neo dahil herkes mavi der, Matrix hikayemiz de başlamadan biterdi. Çünkü takip edenler için (gelin itiraf edelim, son yıllarda ufacık göz atan herkes için) Londra derbisinde başka bir son yoktu.
Paul Tierney'nin düdüğü, sahanın iki yakasına yayılmış zıt kutupları topun etrafında buluşturdu. Bir tarafta geçtiğimiz sezonun Şampiyonlar Ligi şampiyonu Maviler, diğer tarafta yıllardır hangi sıfatla anılmak istediğine karar veremeyen Topçular.
Aslında seneler önce iki kulüp arasında somut bir seviye farkından söz edecek durumda değildik. Arsenal ikonik bir şampiyonluk kazanmış, gelecek yıllarda aynı unvanın duvarına ceketini asabileceğini ispat etmiş ve hatta bir kulbundan tuttuğu Devler Ligi kupasını kıl payı kaçırmıştı.
Avrupa’nın en büyük arenasında bir numara olma apoletiyle Chelsea koltuğunu ısıtmaya gelen Jose Mourinho, İngiltere’de rüştünü bir önceki sezon Arsenal’ın ellerinde parlayan Premier Lig kupasını maviye boyayarak ispatlamıştı.
Aradan geçen yıllar Arsenal’ı günden güne rekabet ortamının alt basamaklarına itse de ‘kimliksiz’ bırakmamıştı. Bu kulüp, hiçbir şey yapmadığı senaryoda dahi kurduğu genç çekirdeği ve vadettiği pozitif futboluyla seyredilebilir bir ürün sunmaya devam ediyordu. Ancak bu küçük ışıltının arkasındaki sis bulutundan apayrı bir gerçeklik yükseliyordu: Arsenal’ın günden güne amacını yitirişi ve Chelsea’nin daimi yükselişi…
Rekabet duygusunun hüküm sürdüğü bir meydanda yarışıyor ve yaptığınız işten beklentisi bulunan büyük bir güruhu temsil ediyorsanız, buna uygun bir hedef belirlemek zorundasınız. Hele ki bu icraatin gönüllü destekçilerinin kulüpler hakkında söz sahibi olabildiği bu çağda…
İşte Londra’nın iki devini pusulanın farkı uçlarında okumamıza vesile olan faktör tam olarak burada ortaya çıkıyor: Hedef.
Chelsea, zaman zaman yöntemleri ve kriz ortamlarında tuttuğu saflar tartışılsa bile gündemini hep başarı odaklı şekillendiriyordu. Bu tutumla, zamanla kendi içlerinde bir kültür oluşturacak ve bunun getirisi olarak Premier Lig’de ilk 5’e giremedikleri yılı Şampiyonlar Ligi şampiyonu olarak kapatabilme heybetine kavuşacaklardı.
Öte tarafta Arsenal, suni gündemlerinin içine çektiği bataklıktan çıkış için çözüm arayışında bile bulunmuyordu. Tribünler doluyor, yayın gelirleri artarak kasaya giriyor ve kulüp her yıl kâr ediyordu. O zaman ortada bir sorun yoktu.
Büyük altılının en zayıf halkası mı oldunuz? Neredeyse her kulüp bir misyon belirlerken siz tüneli nasıl bitireceğinize yolda karar verir hale mi geldiniz? 90’larda yapışmış ve dillere pelesenk olmuş ‘Sıkıcı Arsenal’ yaftasını binbir emekle üzerinizden atmışken, artık eleştirilmek için dahi vakit tüketilmeyen bir camiaya mı dönüştünüz? Bunların hiçbiri Topçular ve buradaki yönetim anlayışı için problem değildi.
Leicester’ın şampiyonluğu sonrası İngiltere’nin büyük altılısının her üyesi, kendilerini bir farkındalık süzgecinden geçirdi. Akabinde yeni bir zihniyet devrimiyle gelişen süreç her birini belli dönemlerde ligin ve Avrupa’nın vitrinine çıkardı. Yalnızca biri, içindeki vasatlaşmanın çözümünü kaynağında değil detayında aradı. Nihayetinde Fransız efsanesiyle yollarını ayırdı…
Arsene Wenger 22 yılın ardından Arsenal'dan ayrıldığında, Sarri Chelsea'de Conte'nin bıraktığı koltuğu devralmıştı. Bir İtalyan, takımı lig şampiyonluğuna ulaştırmış, diğeri Avrupa Kupası'nı teslim etmişti. UEFA'nın üvey evladı Avrupa Ligi'ni kazanmak belki Chelsea gibi bir kulüp için çok mühim bir başarı değildi. Ancak futbol için iki unutulmaz anı yaşattı. Gözlüklü İtalyan ilk kez boynuna madalya geçirebilmenin mutluluğunu bir çocuk gibi yaşamış, kulüp efsanesi Belçikalının veda maçı olmuştu.
Önce Eden Hazard'ı 'efsane' olarak anarak haksızlık ettiğimiz gerçek efsane kulübün başına geldiğinde, hem kulüple bağı hem de genç yaşının verdiği dinamizmle taraftara güçlü bir umut verdi. Ne yazık ki Frank Lampard’ın macerası uzun sürmedi.
Kendi isteğiyle transfer ettiği Werner ve genç Havertz'i verimli kullanamaması, dengesiz performans grafiği, büyük patron Abramoviç'in sabır gösterememesine sebep 'kaynakları' Lampard'ın sonu oldu.
Ayrıca Chelsea'de bir gelenek vardı. Bu kulüpte alışık olduğumuz üzere 'hoca öğrencisine takmaz', tam tersi yaşanırdı. Frank Lampard da tıpkı Conte ve Sarri gibi bazı oyuncular tarafından istenmedi. Şu an takımın ideal 11’inde yer alan dalgalı saçlı sol bek ve uzun stoperin başını çektiği futbolcu grubuyla buzları eritememesi de gönderilme sebeplerinden biriydi...
Kupa elde edemese de, kendisi gibi altyapıdan çıkan Mason Mount gibi bir yeteneği parlattığı ve sabırlı davranıp takıma monte ettiği için önemli bir iş başarmış oldu. Kendisinden sonra gelen Thomas Tuchel ise uzun cümlelerle anlatmaya gerek kalmayacak kesinlikte bir başarıya imza attı: Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu.
Bir tarafta efsane hocası gittiğinden beri gün yüzüne çıkamayan kırmızı, diğer yanda o zamandan beri en başarısız hocasının bile katkıda bulunarak ayrıldığı konusunda hemfikir olunan mavi...
Thomas Tuchel'in etkisi o kadar devasa oldu ki; muhteşem bir uyum içinde oturttuğu oyununun tek eksik parçası henüz tamamlanmışken şimdiden sezonun en güçlü ve kırılmaz takımı olduğunu görebilir hale geldik. Londra derbisinin aklımızda yarattığı soru, Lukaku'nun gelişiyle tamamlanan yapboz gerçekten bu kadar iyi mi, yoksa Arsenal mı çok kötü?
Cevap: Hepsi.
Tuchel'in defterine yazdığı tarif kesin ve lezzetli: Hızlı çıkan güçlü kanat bekler, orta alanda hızlı değişimler ve en önde Lukaku sihri. Bu tarifi soğuduğunda eski haline getirmenin de oldukça sempatik bir yolu var: N'Golo Kante.
Pazar akşamı da menüyü Tuchel hazırladı. Aslında ilk gole kadar Arsenal'ın fena götürmediği oyunda Lukaku'nun Pablo Mari'yi, Mason Mount'un Kieran Tierney'i kendine çekip oyalamasıyla sağ tarafı dilediğince kullanabilen James'e Belçikalının müthiş bitiriciliği eklenince Arsenal tarafı bildiğinden de şaştı. Arteta'nın reaksiyon verememe hali 90 dakikaya yayılınca ev sahibi için grafik yine eksi yönde yol aldı.
Mikel Arteta, Guardiola'dan taşıdığı izlerle Arsenal'ın başına geçtiğinde oldukça umut vadetmiş, büyük altılıya karşı elde ettiği zaferlerle bu umudu pekiştirmişti. Tarihin en ayrıntıcı teknik direktörüyle bu yönden benzerlik göstermek elbette müthiş bir durum. Ancak Arteta'nın bir problemi var: Ayrıntılarda boğulmak...
Kalede rekabeti arttırmak amacıyla 30 milyonluk bir yatırım yapmaktansa, bir türlü çözülemeyen hücum sorununa ilaç bulmak, en azından görüntüde daha iyi bir iş olmaz mıydı? Önce taslağı çizip, sonra detaylarla uğraşmak?
İki takımın taban tabana zıt olduğu bir konu da bu. Chelsea Lukaku ile nokta atışı yaparken, Arsenal kaynağını yanlış yerlere harcıyor.
Chelsea sonuca gideceği aksiyonların peşinde koşarken, Arsenal hangi gayeye hitap ettiğini kendilerinin de açıklamayacağı eylemler yığınına devam ediyor.
Ligin ikinci haftasında sorunun cevabı belliydi. Ancak bu sefer renklerin anlamları farklıydı. Kırmızı, Arteta ve Arsenal için çalan sinyalleri; mavi de Chelsea'nin parlak geleceğini temsil ediyordu.
Ve görünen o ki, Londra’da gökyüzünün yeşile yansıması, Emirates’te yükselen sirenleri bastırmaya devam edecek.
Kaynak : Eylül Akbulut - Alperen Doğan / TRT SPOR
0 yorum :
Yorum Gönder